Onlardan farklı olmanın bedeli

-
Aa
+
a
a
a

11 Eylül 2005Esra Koç

Telaşla yatağımdan fırladım... 10 dakika sonra aşağı caddeden geçecek olan servisi kaçırmak demek Bornova yolu üzerindeki DSİ İşletmeleri'ne gitmek için iki saat sürecek aktarmalı ve zahmetli bir yolculuk demekti. "Acele edersem tam alamadığım uykuma serviste devam edebilirim" diye kendimi avutmaya çalıştıysam da, çok iyi biliyordum ki, sabah serinliğinde durağa kadar yapacağım 200-300 metrelik koşu ne uyku bırakacak ne rehavet. İzmir'de pırıl pırıl bir Eylül sabahı... Etrafta tuhaf bir sessizlik var... Ama sabahın dinginliği içinde hemen ayırdına varamadım bu olağandışı sessizliğin. Yıllar sonra aynı ürkütücü sessizliği 17 Ağustos depreminden sonra İstanbul'da günün ağarmasını beklerken tekrar yaşayacak ve tanıdık bulacaktım. Koşarak ilerlerken önünden geçtiğim apartmanlardan birinin balkonundan gelen sesle olduğum yerde kalakaldım. "Nereye gidiyorsun kızım, sokağa çıkma yasağı var... Askerler ihtilal yaptı." İlk aklıma gelen sözcüğün "Gene mi!?" olduğunu hatırlıyorum ve birden koca şehrin ne kadar koyu bir sessizlik içinde olduğunu fark ettiğimi. Koşarak eve dönerken gözlerimin önünden 27 Mayıs ve 12 Mart'a ait idam ve yargısız infaz görüntüleri geçiyordu. Şili'de stadyumlara doldurulan ve yok edilen insanlar, Arjantin'de ne ölüsü ne dirisi bulunamayan binlerce insan... Evde her şey bıraktığım gibiydi. Kocam ve oğlum hâlâ sakin sakin uyuyorlardı. Halbuki benim içimi boğucu bir endişe kaplamıştı, sanki birden gökyüzü kararmış, kış gelmişti ve tüm bunlar 10 dakika içinde oluvermişti... Şimdi, 25 yıl sonra 80'li yılları hatırladığımda yine o boğucu ve karanlık duygu içimi kaplıyor. Kötü yıllardı..... Radyoyu açtık, her şey daha önce iki kez olduğu gibiydi... Tok sesli sanatçının söylediği Rumeli türküleri (Rumeli türkülerini de ne çok kadar severim), tok sesli spikerin okuduğu sıkıyönetim bildirileri... Ve ardından bastıran kabus gibi günler... Ama bu askeri darbenin sonuçları daha öncekilerden vahim olacaktı. 68'li bir ziraat mühendisiydim. Politik duyarlılığım yüksekti. Kendimi ve ülkemi güzel şeylere layık görüyordum. Başkaları mutsuzken mutlu olunamayacağını düşünüyordum. Çevrede aç, yoksul, hasta insanlar varken tok, zengin ve sağlıklı olmanın övünülecek bir şey olmadığını belletmişti öğretmen annem. Herkes böyle düşünür sanıyordum. Aksi arızi bir durumdu ve değiştirilebilirdi. Değiştirmek için mücadele etmek gerekirdi. Ben de öyle yaptım... Öncelikle kendi mesleğimle ilgili çalışanların ekonomik ve sosyal haklarının düzeltilmesini amaçlayan örgütlenmelerde yer aldım. Ziraat Mühendisleri Odası ve Tüm Teknik Elemanlar Derneği (TÜTED) gibi. Ayrıca İzmir çevresinde o zamanlar var olan (şimdi o bahçelerin yerlerinde tatil siteleri ve yazlıklar yükseliyor) mandalina bahçelerine Doğu'dan çalışmaya gelen ve çok kötü koşullarda yaşayan mevsimlik Kürt işçilerin sendikalaşması, ücretlerinin ve yaşama koşullarının düzeltilmesi, sağlık taramalarının yapılması, okuma yazma bilmeyen kadın ve çocuklara okuma yazma öğretilmesi gibi faaliyetlerde bulundum. Herkes bulunduğu yerde toplumsal gelişmeyi artırıcı çabalar içinde olursa memleket koşullarında topyekün bir değişiklik olabileceğine inanıyordum. Bu değişikliğin adına da sosyalizm diyordum. Askeri darbeyi yapanlar ya da gücü elinde bulunduranlar benim gibi düşünmüyorlardı. Aslında kendilerinden başkasının bir şey düşünmesini de istemiyorlardı. Onlardan farklı olmanın bedelini ben ve bana benzer insanlar ağır ödedik. Tıpkı daha önceki uygulamalarda ve askeri rejimlerin başka ülkelerde yaptığı gibi. Bedeli ödeyen yalnız biz değildik. Geçmişimiz ve geleceğimiz de bedel ödedi. Ailelerimiz, yakınlarımız ve çocuklarımız... Emniyette benden haber almaya geldiğinde görevlilerin aşağılama ve hakaretlerine maruz kalan annemin bu olayı her hatırlayışında gözlerinde beliren acı, şaşkınlık ve öfkeyi daha sonraları cezaevi yöneticilerinin akıl dışı uygulamalarına ve hakaretlerine maruz kalan binlerce yaşlı anne ve babanın gözlerinde defalarca görecektim. Devlete ve onun kurumlarına her zaman sonsuz bir güven duymuş, ömründe bir kez bile kanunlara karşı çıkmamış ve adli bir olaya karışmamış olmakla övünen bu emekli öğretmen, çocukları gözaltına alındığında akrabaları ve komşuları tarafından tecrit edilişini hiç hazmedemedi. Çocuklarımız, çok küçük yaşta doğru olanı savunmak ve yapmakla sistemin kendilerinden beklediği gibi davranmak arasında bir karar vermek zorunda kaldılar. Hepsi korkuyu, gücün zorbalığını çok erken yaşlarda tanımıştı. Bu şizofrenik zorlama karşısında verdikleri kararlar ve seçtikleri duruş onları hiç mutlu etmedi. Hep bir şeylerin eksikliğini duydular. Duyarlı ama mutsuz ve kendileri ile kavgalı gençler oldular... O tuhaf Eylül sabahından sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Bir daha ziraat mühendisi olarak çalışamadım. Ama aldığım eğitim, ansiklopedilerde bitki ve hayvanbilim maddeleri yazarak ailemi geçindirmemi sağladı. Sosyal bilimler ve felsefeyle iyi bir okuyucu olarak ilgiliydim. Ama yıllarca insan hakları ve kadın hakları konusunda yaptığım gönüllü ve profesyonel çalışmalar nedeniyle insanlar benim hukukçu ya da gazeteci olduğumu düşündüler. Bu yüzden "Mesleğiniz?" sorusunu kekelemeden cevaplayamam. Çeşitli defalar gözaltına alındım, yargılandım ama tutuklanmadım. Cezaevi kapısında itilip kakılmayı, jandarmayı, gardiyanı, polisi iyi bilirim. Buna karşılık, yıllarca kapalı tutulmak, akıl ve mantık dışı talepleri yerine getirmeye zorlanmak, aşağılanmak, dövülmek, kendine saygını ve güvenini kaybetmemek için direnmek, insanca yaşam koşulları için ölümü göze alacak kadar yaşamı sevmek, bunun için (mantıksız gelse de) açlık grevi yapmak nasıldır hiç yaşamadım. Ama yaşayanları gördüm, onlarla birlikte yaşadım. Hiçbir zaman eskisi gibi olamadılar. O Eylül sabahı hayatlarından, hayatlarımızdan çok şey götürdü. Kendi vatandaşlarından bir kısmını düşman ilan eden devlet, o düşmanı yenmek ve yok etmek için çok gösterişli bir çaba harcadı. Böylece dış borçların artışını, zenginlikleri elinde toplayan küçük azınlığı, ülkenin doğal kaynaklarının yabancı sermayeye teslim edilişini, iğneden ipliğe, buğdaydan domatese bütün kaynakların dışa bağımlı hale getirilmesini gözlerden ırak ve rahatça gerçekleştirebildi. Öyle ya burnumuzun dibinde kökü kazınacak düşmanlar varken ufak tefek satış meseleleri ile mi uğraşsındı millet? O gün bugündür yoksullar daha yoksul, güçsüzler daha güçsüz olmaya devam ediyor. Biraz da ideolojik bombardımanla 25 yılda güce ve tüketime tapan bir topluma dönüştürüldük. Günü kurtarmak (ama yalnızca kendi gününü) hedef. Toplumsal değer yargıları tüketim ve dolayısı ile paraya endeksli. Hedefe ulaşmak için ne yaparsan yap! Kazanmazsan enayisin! Bugünü dibine kadar tüketelim, yarın tüketilecek başka bir yer, bir şey, bir insan nasıl olsa bulunur! Bizden sonra gelecek olanlar mı? ... ittir et onları, onlar da kendi başlarının çaresine baksınlar! Öteki de kim oluyor? En doğru ve değerli benim! Beni onaylamıyorsan bana düşman demeksin! Hepimiz, tüm toplum bu bombardımandan nasibini aldı. Hepimiz az ya da çok bozulduk. Ama en büyük can acısını bu bozulmanın farkında olanlar yaşıyor. Çaresizliğin ve kaybetmenin acısını... Cunta yoluyla ehlileştirilmeye çalışılan tek toplum biz değiliz elbet. Ama aradan 25 yıl geçmesine rağmen bu dehşetle hesaplaşamayan ve onu topyekün reddederek faillerinden hesap soramayan bir tek biz varız. Bu utanç yüreğimizde kaldıkça toplumca bozulmaya ve çürümeye devam edeceğiz... ESRA KOÇ: İnsan hakları aktivisti

http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=r2&haberno=5045